• No results found

Eşzamanlılık - Jung

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Eşzamanlılık - Jung"

Copied!
168
0
0

Loading.... (view fulltext now)

Full text

(1)

Cari Gustav Jung

Eşzam anlılık:

Nedensellik Dışı Bağlayıcı Bir İlke

T ü rk ç e le ş tire n : L ev e n t Ö z şa r

(2)

Çevirmen : Levent Özşar Redaktör : Münevver Özgen

ISBN : 975-92791-3-4 © Patnos Verlag, Walter Verlag

© Biblos Kitabevi

Basım Yeri : Özal Matbaası - İSTANBUL 1. Basım 2004

Biblos Kitabevi / Yayınlan Altıparmak Cad. No: 86 BURSA

(3)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

1. Serimleme ...11 2. Astrolojik bir deney...63 3. Sinkronisite Düşüncesinin Öncüleri....96 4. S onuç... 124 Ek: Sinkronisite Üzerine ...144 Kaynakça ... l6 l

(4)

EŞZAMANLILIK: NEDENSELLİK DIŞI

BAĞLAYICI BİR İLKE

[“Synchronizitaet als ein Prinzip akausaler Zuzam- menhange,” Profesör W. Pauli’nin 'Der Einfluss archety- pischer Vörstellungen auf die Bildung naturwissensc- haftlicher Theorien bei Kepler,” başlıklı bir inceleme ya­ zısıyla birlikte Naturerklaenmg u n d Psyche cildini oluş­ turdu (Studien aus dem C, G. Jung-Institut , IV; Zürih, 1952). Bu cilt Interpretation o f Nature an d Psyche adıy­ la İngilizceye çevrildi. (New York [Bollingen Series LI], Londra 1955). İngilizce baskıda, Profesör Jung'un kita­ bın 2. bölüm ü olan, “Astrolojik bir D eney” üzerinde yaptığı düzeltm eler ile geniş çaplı değişiklikler bu ­ lunmaktadır. Oysa bu önem li değişiklikler İsviçre Gesammelte Werke [Bütün Yapıtlar çev.], Cilt 8: D yn a m ik des Unbeumstsein'm (Zürih 1967) yeniden basımında içerilmez. Söz konusu basım, 1952 versi­ yonunu değiştirm eden korumaktadır. Söz konusu in­ celeme, bu kitapta editörler ile çevirm enin ek göz­ den geçirmeleri ile yeniden yayınlanmaktadır. Amaç, bir yandan yazarın özünü korum ak, bir yandan da bu güç serim lem eye açıklık kazandırmaktır.

1. Jung, bu öyküyü Anılar, Düşler, D üşünceler’d e (Can Yayınları); 27 Kasım 1934’te ProfessörJ. B. R hine'ye yazdığı bir m ektupta anla­ tır (C. G. Jung: M ektuplar, Cilt 1 paragraf 180 Aniela Jaffe’nin işbir­ liği ile G erhard Adler tarafından derlenm iştir.) Ju n g m ektupla birlik­ te kırılan bıçağın bir fotoğrafını da gönderm işti.

(5)

EDİTÖRÜN NOTU

Jung’un VII. bölüm e ek olarak basılan, kısa “Sink­ ronisite üzerine” denem esi daha eskidir (1951). Ayrı­ ca bu kitabın daha gözde bir versiyonudur. Burada onun yerini yazarın incelem enin 1955 versiyonu için yazdığı kısa bir “Ö zet” almaktadır

Jung genç bir adam iken tam karşısında som m e­ şe bir masanın durduk yerde yarılıverdiğini gördü. H em en ardından sapasağlam çelik bir bıçak, görülür bir neden olm adan param parça o ld u 1. Bütün olan bi­ tene boş inançlı annesi de tanık olmuştu, Ju n g ’a an­ lamlı anlamlı baktı. Bu, Jung’u n neler olup bittiğini merak etm esine yol açtı. Sonradan, bazı yakınlarının bir medyum la seanslara katıldıklarını öğrendi-. Bu ki­ şiler, on u n da kendilerine katılmasını istiyorlardı.

D üpedüz ayrı ayrı olsa da, Jung ile annesi bu olanları anlamlı bir biçimde bir araya getirdi. Yanlan masaya, kırık bıçağa yakınlarının düşüncelerinin n e­ den olması olacak şey değildi; m edyum un güçlerini kullanarak onu büyüyle etkilem eğe çalışması da. Ne ki, bu olanlar onu seanslara katılmaya itti, daha son­ ra gizlicilik2 üzerine bir araştırmaya girişmesi onların üzerindeki etkisinin tanığı oldu. Jung, birbirine bağlı gibi görünen, böyle beklenm edik, ürkütücü, etkileyi­ ci olayları kuşatan, onlar tarafından uyarılan düşlem,

2. Bu araştırma Ju n g 'u n Z ıır Psycbologi u n d Pathologie sogenarin­

ler occulter P baenotnene (Leipzig, 1902) “Sözde O kült G örüngüsü­

nün Psikolojisi ile Patalojisi Üzerine”. Toplu Yapıtlar Cilt 2. Ayrıca Anılar, Düşler, D üşünceler’deki açıklam a ile yukarıda sözü edilen Rhine’ye m ektup.

(6)

büyü, boş inançları sıyırıp atm ak için sinkronisite dü­ şüncesini ortaya koydu. Onlar yalnızca “anlamlı denk gelişlerdi.” Bu neredeyse ölü gibi katı tanıma karşın, Jung’un düşüncesi en olm adık biçim lerde saldırıya uğradı ya da alkışlandı -psikolojinin üst düzeyde tar­ tışmalı alanındaki bir çok yalın, doğrudan açıklama­ nın yazgısı bu belki de.- Gelgelelim Jung kafa karış­ tırıcı bir güçlük çıkardı: D üşüncesini desteklem ek için J. B. Rhine’nin deneylerinden söz etti. Rhine’nin psikokinetik deneylerinin istatistiksel çözüm lem esi onun şu sonuca varmasına yol açmıştı: Deneklerin kartların üzerindeki sayıları “tahm in” etmesi ile ger­ çekten kartların üzerinde bulunan sayılar arasında nedensel bir ilişki vardı.

Anlamlı bir dizideki ayrı ayrı olayların nedenli ya da nedensiz olmasının bir önem i olmadığı, çünkü Jung'un bütün öbeğin, dizinin anlamını vurguladığı ileri sürülebilir. Gelin görün ki Ju n g ’u n düşüncesi bu değildir. Dolayısıyla içinde istatistiki hiçbir korelasyo­ nun anlamlı olmadığı astrolojik deneyi yaptı. Çünkü istatistiğin onun anlamlı gördüğü örneklerin n eden­ sellik dışı olup olm adığına karar verebileceği kabul edilebilir. “Nedensellik dışı” ile “şans”ın aynı anlama gelip gelmediği tartışılabilir. Ne ki öyle olsalar da ol­ masalar da, sık sık astrolojik deneyde istatistiğin kul­ lanılmasının anlamlı d en k gelişlerin varlığının kanıtı olduğu düşünülür. Bu olamazdı.

Burada yayınlanan m onografide, yalın sinkronisi­ te düşüncesi Jung tarafından o n u n usta usunun bü­ tün araçları ile, derin bir bilgi ile, çarpıcı düşünceler uyandırıcı bir bçim de genişletildi. Yapıt Jung’un şu 6

(7)

konudaki ısrarı bakım ından karakteristiktir. Veriler usdışı diye bir yana bırakılmamalıdır, tersine elde bu ­ lunan bütün araçlar ile onları bütünleştirm ek için ça- balamalıdır. Bu durum da Jung sinkronisite düşünce­ sini geliştirdi. Bu düşünce, parapsikolojiden bilinçdı- şı yapıların süreçlerin psikolojisine kadar damgasını vurduğu çeşitli alanlarda her türlü araştırma ile de­ ğerlendirmeyi hak etmektedir.

MÎCHAEL FORD HAM LONDRA, 1973

Jung yaşamının geç dönem lerinde Albert Einste- in’ın etkisi ile sinkronisite düşüncesinin ardından git­ ti. Einstein 1909-10 ile 1912-13 arasında Zürih’te pro­ fesörlük yapıyordu. Jung, “Profesör Einstein bir çok vesile ile akşam yem eklerinde konuğum oldu... Bun­ lar Einstein’m görecelik kuram ını geliştirdiği ilk gün­ lerdi... zamanın, uzam ın göreli olabileceğini, bu iki­ sinin ruhsal koşulllara bağlı olduğunu düşünm eye ilk kez onun sayesinde başladım. Otuz yıldan fazla za­ m an geçti, bu uyarı fizikçi profesör W. Pauli ile iliş­ kime, ruhsal sinkronisite savıma yol açtı”3

Jung “sinkronisite” terimini ilkin 1930’da Richard Wilhelm’in4 I Ching ya da Değişimler Kitabı’nın5 çe­ virmeninin anısına yazarken kullandı. Jung 1 C hing in 3 Dr. Cari Seelig’e m ektup, 25 şubat 1953, C. G. Jung: Mektuplar, cilt 2 (1974)

4 Altın Çiçeğin S ım ’nda bakınız “Richard Wilhelm’in Anısına, Dharma yayınları

5 Richard Wilhelm, Biblos Yayınevi, 2003

(8)

m odus operandisini açıklaya çalışıyordu. Bu kitapla ilkin 1920’lerin başlarında Jam es Legge (1882) İngiliz­ ce çevirisi ile karşılaşmış am a on u ancak Wilhelm’in çevirisini okuduktan sonra anlamıştı.

Sinkronisiteye 1935’te L ondra’daki Tavistock Derslerinde bir daha değinir: “... D ünyada etkin olan özel bir ilke vardır, böylece şeyler her nasılsa birlik­ te olur sanki aynı şeymiş gibi devinirler gene de bi­ zim için aynı değillerdir.”6 G ene bu derslerde, bu il­ keyi Çince Tao kavramına d enk saydı.7

Yıllar sonra W ilhelm/Baynes I Ching çevirisine yazdığı ön sözde, Jung sinkrosinite ilkesinin bir se- rimlemesini verir. Jung zaten kapsamlı bir inceleme yazısı hazırlıyordu am a konuyu kuramsal olarak ilk resmi su n u m u n u İsviçre’nin A scona kentinde 1951’de verdiği-son- Eranos Konferansında yaptı8. Bu monografi, ertesi yıl Pauli’nin Johannes Kepler’in Bilimsel kuramları üzearinde Arketipik D üşünceleri­ nin Etkisi”9 adlı incelem e yazısı ile birlikte basıldı. Cildin İngilizce çevirisi Jung’u n yaptığı düzeltmeler, kapsamlı değişiklikler ile sonradan yayınlandı.10 Jung’un monografisi 1960’da toplu yapıtların 8. Cil­ dinde çıktı daha sonra çevirm enin başka değişiklik­ leri ile 1969’daki ikinci baskının 8. cildinde yayınlan­ dı. Burada yayınlanan ikinci versiyondur.

6 Analitik Psikoloji : Kuramı, Uygulaması (Lonrda, New York 1968), s. 36 (Toplu yapıtlar 18. ciltte içerilecek

7 Agy. s. 76

8 Bu ciltte 969. paragraf

9 N aturerklaenıng u n d P s y c h e (Studien aus d em C. G. Jung -lns- titut, IV Zürih, 1952

10 Doga ile ruhun Yorumu, çev R. F.C. Hull ile Priscilla SiİZ (New York, Londra. 1955)

(9)

ÖNSÖZ

Bu yazıyı yazmakla, yıllardan beri yerine getirme­ yi göze alamadığım bir sözü tutm uş gibiyim. Soru­ nun, on u n sunum unun güçlükleri; entellektüel so­ rum luluğu bana çok büyük göründü. Böyle bir konu ile entellektüel sorum luk olm adan uğraşılamaz. Uzun erimde, bu konu, benim bilimsel eğitimime de hiç uygun düşm üyordu. Şimdi kararsızlığımı yendiysem, konumla uğraşmaya koyulduysam, bunun nedeni, yaşadığım sinkronisite görüngülerinin geçen onlarca yılda kat kat artmasıdır. Ö te yandan simgelerin, özel­ likle de balık simgesinin tarihi üzerine araştırmala­ rım, sorunu bana daha da yaklaştırdı. Son olarak, yir­ mi yıldan beri, ara ara yazılarımda bu görüngünün varlığına değiniyor ama onu uzun uzadıya tartışmıyo­ rum. Bu konuda söylem ek zorunda olduğum her şe­ yin tutarlı bir döküm ünü verm eğe çalışarak hoş ol­ mayan bu durum a son verm ek istedim. O kurum dan alışılmamış bir açık kafalılık ile iyi niyet istemem be­ nim küstahlığıma verilmez umarım. Sanıyorum okur insan yaşantısının karanlık, bulanık, ö n yargılarla ku­ şatılmış bir alanına daldırılacak. Böyle soyut bir ko­ nuyu ele alıp aydınlatm anın getireceği kaçınılmaz entellektüel güçlükler de o n u bekliyor. Bu karmaşık görüngünün tam bir betimlemesi, tam bir açıklaması söz konusu olamaz. Birkaç sayfa okuduktan sonra herkes böyle olduğunu görecektir. Olsa olsa, sorunu ortaya koymaya girişebiliriz. Bunu yaparken sorunun birçok yönünü, bağlantısını açığa çıkarmaya, felsefe­

(10)

ce çok çok önemli; bulanık, belirsiz bir alanı açmağa koyulabiliriz. Ben söz konusu görüngü ile, bir psiki- atrist, psikoterapist olarak karşı karşıya kaldım; bu iç­ sel yaşantının, hastalarım için, çok anlamlı olduğuna inandım. Çoğu durum da insanların alay konusu ol­ mamak için ağzına almadığı şeyler vardı. Nice nice insanın bu türden yaşantıları olduğunu, gizlerini özenle sakladıklarını görm ek beni şaşırttı. Dolayısı ile bu konuya ilgimin temeli, bilimsel olduğu ölçüde in­ sancıl.

Yapıtımı gerçekleştirirken m etinde adı geçen çok sayıda arkadaşım beni destekledi. Burada Dr. Liliane Frey-Rohn’a özel teşekkürlerim i dile getirm ek iste­ rim. Astrolojik konulardaki yardımları için.

(11)

1. SERİMLEME

Bildiğimiz gibi, yeni çağda fiziğin buluşlan, bilim­ sel dünya resmimizde önemli, anlamlı bir değişiklik ortaya çıkardı. Doğa yasasının saltık geçerliliğini kı- n p onu göreli kılarak yarattılar bu değişikliği. Doğa yasaları, istatistiğin doğrularıdır. Bu, doğa yasalarının ancak, makrofızik niceliklerle uğraşır iken geçerli ol­ duğu anlamına gelir. Çok küçük niceliklerin dünya­ sında, öndeyi, büsbütün olanaksız değilse bile kesin­ likten yoksun olur. B unun nedeni, çok küçük nice­ liklerin bilinen doğa yasalarına uygun davranm am a­ larıdır.

Bizim doğa yasası kavramımızının altında yatan felsefe ilkesi, nedenselliktir. Gelin görün ki, neden ile sonuç arasındaki ilişkinin yalnızca istatistik bakım ın­ dan doğru olduğu anlaşılmıştır. Bu durum da doğa yasasının yalnızca göreli olarak doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla nedensellik ilkesinin doğal sü­ reçleri açıklamadaki yararı, görecelidir. Bu yüzden, doğal süreçler, onları açıklamak için zorunlu olan bir ya da daha fazla etkenin varlığını gerektirirler. Bu, şu demektir: Olgular arasındaki bağ, belli koşullarda, nedensellikten başka bir bağlantı olabilir, başka bir açıklama ilkesi gerektirir.1

Makrofızik dünyada nedensellik dışı olaylar gör­ m ek için çevremize boşuna bakarız. B unun yalın bir nedeni var: Biz nedensel olm ayan biçim de bağlan­ mış olgular olduğunu düşünem eyiz, nedensel olma­ 1 Rastlantının yasalanndan başka ya da onları desteleyecek b ir il­ ke.

(12)

yan bir açıklama yapabileceğimizi de... Gelgelelim, böyle olguların olmadığı anlamına gelm ez bu. O nla­ rın varlığı -ya da en azından varoluş olanaklan- ista­ tistiksel doğruluk öncülünden mantıksal olarak çıkar. Deneyle soruşturm a yöntemi, yinelenebilen d ü ­ zenli olguları temellendirmeyi amaçlar. Sonuçta, eşsiz ya da az görülen olgular hesaba katılmaz. Üstelik de­ ney doğaya sınırlayıcı koşullar koyar. Çünkü amacı doğayı insanın tasarladığı soruları yanıtlamaya zorla­ maktır. Dolayısıyla her türlü yanıt, sorulan sorunun türünden etkilenir. Sonuç her zam an m elez bir ürün­ dür. “Bilimsel dünya görüşü” dedikleri şey, bu sorgu­ lamaya dayanır, Bilimsel dünya görüşü psikolojik ba­ kımdan yan tutan, genel geçer olm ayan bir görüştür olsa olsa. Bu görüş, istatistikle kavranam ayan, ama hiç de önem siz olam ayan olguları elden, gözden ka­ çırır. G örünüşe göre, bu eşsiz ya da az görülen olgu­ ları kavramak için, aynı ölçüde “eşsiz”, bireysel be­ timlemelere bağımlıyız. Bu, tarih odalarındaki gibi, tuhaflıklar kolleksiyonuna yol açar. Böyle kargaşa içindeki bir yerde, taşıllar ile anatom ik canavarlar; tek boynuzlunun boynuzu, adam otu, kurutulm uş de­ niz kızı yan yana bulunur. Betimleyici bilimler, önce­ likle de en genel anlam da biyoloji, bu “eşsiz” örnek­ leri yakından tanır. Bu bilimlerde, bir organizm anın var olduğunu tem ellendirm ek için o n u n bir örneği gerekir yalnızca. O rganizm anın varlığı ne ölçüde ina­ nılmaz olursa olsun fark etm ez Çok sayıda gözlemci, böyle bir yaratığın gerçekten var olduğuna kendi gözleriyle görerek inanacaktır. Ne ki, insanların usunda bölük pörçük anılardan başka iz bırakm ayan 12

(13)

günlük olgularla ilgilendiğimizde tek tanık yetmez. Bir tek olgunun kesin inanılır sayılmasına çok sayıda tanık bile yetm ez olur. Görgü tanığının açıklamasının ne ölçüde güvenilm ez olduğunu düşününce bunun nedeni anlaşılır. Bu koşullarda şunu ortaya çıkarmak zorunda kalırız: Eşsiz olduğu besbelli olan olgu, ka­ yıtlı deneyim izde de gerçekten eşsiz midir; yoksa ona benzer ya da aynı olgular başka bir yerde de bu­ lunuyor mu? Burada conserısus otnrıium psikolojik bakım dan çok önem li bir rol oynar. Oysa consensııs o m n iu m görgül bakım dan oldukça kuşkuludur; çün­ kü olguların varlığını tem ellendirm e bakım ından de­ ğerini ancak kural dışı durum larda kanıtlar. Deneyci onu da hesaba katacaktır ama ona güvenm ese daha iyi olur. Varlıkları hiçbir yolla yadsınam ayan ya da kanıtlanamayan tüm den eşsiz, günü birlik olgular görgül bilimlerin nesnesi olamaz. Az görülen olgular, yeterli sayıda tek tek güvenilir gözlem varsa bilimin nesnesi olabilirler. Böyle olguların sözde olasılığı önemsizdir, çünkü belli bir çağda, olanaklılıgın ölçü­ tü, o çağın ussal varsayımlarından türetilir. İnsanın kendi önyargılannı desteklem ek için yetkesine baş­ vurabileceği “saltık” doğa yasalan yoktur. Yalnızca şunu istemeğe hakkımız var: Tek tek gözlemlerin sa­ yısının olabildiğince yüksek olması... Isatistik bakım ­ dan göz ö nüne alındığında, bu sayı rastlantı beklen­ tisinin sınırları içindeyse, on u n bir rastlantı sorunu ol­ duğu istatistikî bakım dan kanıtlanmıştır. Ama böyle­ likle hiçbir açıklam a yapılmış olmaz. Olsa olsa kura­ la aykırı bir durum vardır. Ö rneğin çağrışım deneyle­ rini ele alalım. Burada, bir kom pleksin varlığını gös­

(14)

teren belirti sayısının beklenen olası dağılım sayısının altına düşmesi, hiç kom pleks olmadığı varsayımını doğrulamaz. Ama, bu olgu eskiden, tepki dağılımla­ rının saf şans olarak görülmesini önlem edi.2

Özellikle biyolojide, nedensel açıklamaların do ­ yurucu olm aktan çok uzak -gerçekte d üpedüz ola­ naksız- olduğu bir katm anda deviniriz genelde. Gel­ geldim , burada biyolojinin sorunlarıyla ilgilenmeye­ ceğiz. Bizim ilgileneceğimiz soru şudur: N edensiz ol­ guların olanaklı olmakla kalmayıp, gerçek olgular olarak karşımıza çıktığı genel bir alan olabilir mi?

imdi, önüm üzde ucu bucağı olmayan bir alan vardır. Bu alanın boyutu, nedensellik dünyasının dengeleyici karşıtı gibidir. Burası, rastlantılar dünya­ sıdır. Burada bir şans olgusunun, onunla kesişen ol­ gu ile nedensel bir bağı olmadığı görülür. Bundan ötürü, rastlantının doğasını, rastlantı ideasının tüm ü­ nü biraz daha yakından incelem ek zorunda kalaca­ ğız. Rastlantının nedensel açıklaması olması gerekti­ ğini söyleyebiliriz. Nedensellik ilişkisi bulunm adığı için bir olguya “şans” ya da “d enk geliş” dediğimizi de söyleyebiliriz. Bizde yasanın kesin geçerli olduğu konusunda köklü bir inanç vardır. O nun için de bu rastlantı açıklamasını düpedüz doğru sayarız. Ama nedensellik ilkesi yalnızca göreli olarak geçerliyse, buradan şu sonuç çıkar: Belirgin şans dizileri, olgula­ rın büyük çoğunluğunda nedensel olarak açıklansa bile, geriye, hiç nedensel bağlantı sergilem eyen bir­ çok olgu kalmaktadır. D em ek ki, rastlantı olgulannı eleyip nedensel olarak açıklanabilen olgulardan ne­

2 Ju n g ’u n Sözcük Çağrışımında Araştırmalar'ı ile karşılaştırın.

(15)

densiz olanları ayırma ödevi ile yüz yüzeyiz. N eden­ sel olarak açıklanabilir olguların sayısının, nedensiz olduğundan kuşkulanılan olguları epeyce geçmesi akla yatkındır. Bu yüzden, ön yargılı ya da yüzeysel gözlemci, ötekilere göre daha seyrek olan nedensiz görüngüleri görm ezden gelebilir kolayca. Şans soru­ nu ile uğraşmaya başlar başlamaz, söz konusu olay­ ları istatistik bakım dan değerlendirm ek gerekli olur.

Görgül materyali bir ayırma ölçütü olm adan ele­ m ek olanak dışıdır. Gelişigüzel olayların hepsini ne­ densellik ilişkisi bakım ından incelem ek olanaksızdır. Bu besbelli. İyi de olayların nedensellik dışı birleşim­ lerini nasıl saptayacağız? B unun yanıtı şudur: Daha dikkatli düşünülürse, nedensiz olayların, en çok, ne­ densel bağlantının anlaşılmaz sayıldığı yerde ortaya çıkması beklenir. Bir ö rnek olarak “Olguların ikilen- m esi”n den söz edeceğim. Bu her doktorun iyi bildi­ ği bir görüngüdür. Ara sıra bunların üçlenmesi ya da daha fazla olması söz konusudur. Bu yüzden Kam- merer? diziler yasasından söz edebilm ektedir. Kam- m erer bu konuda çok sayıda yetkin örnek verir. Bu olguların çoğunda, kesişen olgular arasında nedensel bağ bulunm a olasılığı hiç yoktur. Ö rneğin ben şöyle bir olgu ile karşılaştım. Tramvay biletimin numarası az sonra aldığım tiyatro biletininki ile aynıydı. O ge­ ce beni telefonla arayıp söz konusu numarayı aradık­ larını söylediler. O zam an bana bu olgular arasında nedensel bir bağ olasılığı yok gibi geldi. Bununla bir­ likte, her olgunun kendi nedeni vardı. Ö te yandan rastlantı olaylarının, dönem sel olm ayan öbekleşm

ele-3 Paul Kammerer, Das Gesetz d er Serie

(16)

re denk gelme eğiliminde olduğunu biliyorum -Zo­ runlu olarak böyle, çünkü başka türlü olsa yalnızca düzenli ya da belli aralıklarla ortaya çıkan olgu dü­ zenlemeleri olurlardı. Bunlar da tanım gereği rastlan­ tıyı dışlarlar-,

Kammerer şunu kabul eder: “koşular”4 ya da ard arda gelmeler ortak bir nedenin5 işleyişine bağlı de­ ğildir; açıkçası nedensizdir; gene de onlar bir süre durum un -bir kalıcılık niteliğinin- ortaya çıkmasına bağlıdırlar.6 “Aynı şeylerin yan yana gitm esi”nin eş zamanlılığını Kammerer “taklit” olarak açıklar.7 Kam­ m erer burada kendisi ile çelişir. Çünkü şansın işleyi­ şi “açıklanabilir olanın dünyasının dışına çıkarılma­ mıştır.”8 Tersine, bekleyebileceğim iz gibi, şans açık­ lanabilir olanın dünyasında işlemektedir. Dolayısıyla da, ortak bir n edene değilse bile, en azından, birçok nedene geri götürülebilir. O nun dizisellik, taklit, çe­ kim, süredurum kavramları, dünyayı nedensel olarak kavrayan görüşe aittir. Bu kavramlar şansın işleyişi­ nin istatistiksel, m atem atiksel olasılıkla önüştüğün- den başka bir şey söylemez.?1 Bu yazıda olasılık teri­ mi çoğunlukla bu anlam da kullanılmıştır.

Kamme-4 Agy 130.

5 pp. 36, 93f, 102 f

6. Diziler yasası, nesnelerin yinelenm eleri (açıkçası diziler üret­ mesi), ile ilgili süredurum un bir dile gelişidir. N esneler ile güçlerin birleşiklerinin süredıırum u (tek nesne ya da gücünkine g öre) çok daha büyüktür. Bu, özdeş bir küm enin kalıcılığını da uzun zam an dönem lerinde ortaya çıkan yinelenm eleri de açıklar.

7. s. 130 8. s. 94

9 Dolayısıyla, “olasılık” terimi, şans varsayım ına dayalı olasığı gös­ terir.

(17)

rer’in olgusal materyali, denk gelişlerden başka bir şey içermez. D enk gelişlerin tek “yasası” olasılıktır. Dolayısıyla, onların ardında başka bir şey aramak için gözle görülür bir n eden yoktur. Ne ki, salt olası­ lık dışında birtakım bulanık nedenlerden ötürü- ne­ densellik, ereklilik ilkeleri ile birlikte var olan bir il­ ke diye sunm ak istediği dizisellik yasası uğruna- Kammerer onların ardına bakar. Dediğim gibi onun materyali bu eğilimi hiç haklı çıkarmaz. Bu belirgin çelişkiyi ancak şunu kabul ederek açıklayabilirim: K amm erer’in, olguların nedensellik dışı düzeni, birle­ şimi konusunda bulanık ama büyüleyici bir sezgisi vardı. Belki de bütün düşünceli, duyarlı yaradılışlar gibi, rastlantının üzerim izdeki etkisinden kaçam ıyor­ du. Dolayısıyla, yürekli bir adım attı. Olasılığın sınır­ ları içinde kalan görgül verilere dayalı, nedensiz bir dizisellik olduğunu varsaydı. Bu on u n bilimsel d ona­ nımına uygundu. Yazık ki, diziselliği rayısal bakım ­ dan değerlendirm eğe girişmedi. Böyle bir girişim ya­ nıtlanması güç sorular ortaya çıkaracaktı kuşkusuz. Genel yönelimin amaçları bakım ından tek tek du­ rumların araştırılması pek iyi iş görür. Gelgelelim rastlantı söz konusu olduğunda, yalnızca sayısal de­ ğerlendirm e yöntem i ya da istatistik yöntem sonuç verir.

Şans öbekleşm eleri ya da diziler, anlamsız olsa gerek. En azından şu andaki düşünm e yolum uzda durum böyle. Ayrıca onların olasılığın sınırları içinde yer alması genel bir kuraldır. Şu da var ki, “rastgele- ligi” kuşkulu kazalar da var. Bir çok örnekten birini verm ek için aşağıdaki örneği 1 Nisan 1949’da yaz­

(18)

dım: Bugün cuma. Öğle yem eğinde balık var. Birile- ri birilerine “nisan balığı” şakası yapar. Aynı sabah, “Est hom o totus m edius piscis ab im o” yazan bir ya­ zıtı not ettim. Ö ğleden sonra aylardır görm ediğim es­ ki bir hastam, o arada yaptığı etkileyici balık resim­ lerini gösterdi bana. Akşamleyin üzerinde balığımsı deniz canavarları işlenmiş bir nakış parçası gösterdi­ ler. 2 nisan sabahı, yıllardır görm ediğim başka bir hastam bana düşünü anlattı. Düşte göl kıyısında du­ ruyormuş, bir balığın yüze yüze dosdoğru ona geldi­ ğini, ayaklarının dibinde karaya çıktığını görmüş. O dönem de balık simgesi üzerine çalışıyordum, Burada söz edilen kişilerden yalnızca birinin bu konudan bir parça haberi vardı.

Bunun anlam lı bir den k geliş açıkçası nedensel­ lik dışı bir bağlantı olması gerektiğinden kuşkulan­ mak pek doğal. Olayların bu akışının beni ep ey etki­ lediğini belirtmeliyim. Bu, bana kesinlikle num inöz nitelikte göründü.10 Bu tür durum larda, ne dediğimi­ zi tam bilm eden, “Bu kadarı da şans olam az.” diye­ ceğimiz gelir. Kuşkusuz, Kamm erer olsa bana “dizi­ selliğini” anımsatırdı. Gelin görün ki, bütün balıkların rastlantısal kesişm esinden çok fazla etkilenmiş olmak bir şey kanıtlamaz. 24 saat içinde balık izleğinin en az altı kez yinelenm esi son kertede tuhaftı. Gelgele- lim, cuma günü sofrada balık olması olağandır; bir

10 Olayların den k gelişlerin num inösitesi onların sayısı arttıkça b ü ­ yür. Bilinçdışı -belki arketipik- içerikler b ö y le öbeklenir. Daha son­ ra, dizilere bu içeriklerin “neden olduğu" izlenim ine yol açarlar. Ke­ sin büyiisel kategorilere başvurm aksızın bu n u n nasıl olanaklı o ld u ­ ğunu kavrayam adığım ız için, bir izlenim olarak yaşayıp unuturuz onu.

(19)

nisanda nisan balığını düşünm ek de pek kolaydır. O zamanlar, aylardır balık simgesi üzerinde çalışıyor­ dum Balıklar sık sık bilinçdışı içeriğin simgeleri ola­ rak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bunda şans öbekleşm e- si dışında bir şey görmemizi haklı kılmak olanaksız­ dır. Şimdilik, pek sıradan olaylardan oluşan dizilere, rastlantı diye bakmalıyız.11 Alanı ne ölçüde geniş olursa olsun, onlar nedensiz bağlantılar olarak dış­ lanmalı. Bu yüzden, bütün d enk gelişlerin şanslı tut­ turm alar olduğu, nedensellik dışı bir açıklamayı ge­ rektirmedikleri kabul edilir genelde.12 Onların sıklığı­ nın olasılık sınırını aştığının kanıtı olmadıkça, bu var­ sayım doğru sayılabilir, sayılmalı da. Böyle bir kanıt olsa, aynı zam anda şu da kanıtlanırdı: G erçekten n e­ denselsiz olgu birleşimleri vardır. Bunları açıklamak 11 Yukarıda söylediklerim e ek olarak, b u satırları göl kıyısında oturarak yazdığımı belirtm ek istiyorum. Bu tümceyi bitirir bitirmez göl d uvannın üzerinde yürüdüm , orada ölü bir balık vardı; yaklaşık otuz santim uzunluktaydı, gözle görülür bir yarası yoktu. Önceki akşam orada balık yoktu (Bir yırtıcı kuş ya da kedi tarafından su­ dan çıkanlm ış olmalı). Bu balık dizide yedinciydi

12 Stelek’in “ad takıntısı” dediği görüngüyü düşünm eğe başladı­ ğımızda bir de bakıyoruz b ir açm aza düşm üşüz. “Ad takıntısı” ile anlatılmak istenen, kişinin adı ile on u n özellikleri ya da işi arasın­ da ara ara görülen kaba kesişmedir. Ö rneğin Herr G ross’un (Bay Büyük) büyüklük kuruntusu vardır. Herr Kleiner’in (Bay küçük) aşağılık kom pleksi vardır. Altmann (yaşlı adam ) ailesinin kızları, kendilerinden yirmi yaş büyük erkeklerle evlenir. Herr Feist (Bay Tom bul) Yiyecek Bakanı olur, Herr R osstaeuscher (Bay At terbiye­ cisi avukattır. Herr Kalberer (Bay yavrulatan) doğum doktorudur. Herr Freud (sevinç) haz ilkesinin kahramanıdır, Ile rr Adler (kartal) güç isteminin; Herr Ju n g (genç) yeniden doğuş düşüncesinin kah­ ramanıdır. B unlar rastlantının tuhaflıkları mı; yoksa Stekel’in ileri sü ­ rer gibi göründüğü biçim de, adın etkileri mi; yoksa “anlamlı denk gelişler m i” ( “Die Verpflichtung des Names" 110 )

(20)

için nedensellik ile karşılaştırılamayacak bir etkeni varsaymalıyız. Bu durum da şunu kabul etmem iz ge­ rekecek: Genelde olgular birbirine bir yandan n e­ densel zincirlerle; öte yandan bir tür anla m lı kesişme bağıyla bağlıdır.

Burada S chopenhauer’in bir incelemesine, “Bire­ yin Yazgısındaki Gözle G örülür Tasarım”a 13 dikkat çekm ek isterim. Burada geliştirdiğim görüşün vaftiz babası özünde Schopenhauer’dır. İnceleme, "bizim şans dediğimiz şeyle, nedensel olarak bağlı olmaya­ nın eşzamanlılığı ile” ilgilidir. Biz buna rastlantı de­ riz.14 Schopenhauer bu eşzamanlılığı coğrafi bir b e n ­ zetmeyle betimler. Bu benzetm ede enlemler, n eden­ sel zincirler olarak düşünülen boylamları kesen bağ­ lantıları temsil ed er.15

Buna göre bir insanın yaşam ındaki bütün olaylar tem elde farklı türden iki bağlantı içindedir. İlkin nes­ nel olan, doğal sürecin nedensel bağlantısı; İkincisi, yalnızca onu yaşayan birey ile ilişkisinde var olan öz­ nel bağlantı. Dolayısıyla, bu bağlantı, bireyin düşleri kadar özneldir.

... bir bağ bütün bütün farklı zincirlerde ikiye bo­ lünse de, özünde bir tek olgu olan iki tür bağlantı za- mandaş olarak vardır. Böylece bir bireyin yazgısı d e­ ğişmez biçimde ötekinin yazgısına uyar. Her biri ken­ di dramının kahramanıdır. Bu arada ona yabancı bir dram da da yer alır -bu bizim kavrayış gücüm üzü aşan bir şeydir; ancak önceden düzenlenm iş, çok ha­

13 Porerga u n d P aralipotnena, I, editör Von Koeber 14 agy. s. 40

15 s.39

(21)

rika bir uyum sayesinde olanaklı olarak kavranabi­ lir.^

O nun görüşünde, “yaşam ın büyük düşünün ...yalnızca bir tek öznesi vardır”.17 Bu, aşkın Iste- m e’dir, p rim a causa'dv. Bütün nedensel zincirler, ku­ tuplardan çıkan boylam çizgileri gibi, ondan çıkar; enlem daireleri nedeni ile birbiriyle eş zamanlılığın anlamlı ilişkisi içinde dururlar. 18 Schopenhauer, d o ­ ğal süreçlerin daha önceki olgularca belirlendiğine, bunun başka türlü olamayacağına inanıyordu. O, ilk nedene de inanırdı. Bu iki varsayımın dayanağı yok­ tur. İlk neden, felsefi bir mitolegemdir, ancak eski paradoks Ev xo n a v - aynı anda hem birlik hem de çokluk- biçim inde görünürse kabul edilebilir. N eden­ sel zincirler ya da boylamlar üzerindeki eşzamanlı noktaların anlamlı d enk gelişleri temsil ettiği düşün­ cesi, ancak ilk neden gerçekten bir birse kullanışlı olurdu. Ama ilk neden çokluksa Schopenhauer’in bütün açıklaması çöker. Üstelik ilk nedenin çokluk olması birlik olması ölçüsünde olasıdır. Ayrıca doğa yasalarının olsa olsa istatistiksel bir geçerliliği olduğu ancak yeni yeni kavradığımız bir olgudur. Bu olgu belirlenemezciliğin kapısını açık tutmaktadır. Ne fel­ sefi düşünce ne de deney, bu iki tür bağlantının d ü ­ zenli ortaya çıkışı bakım ından bir kanıt sağlayamaz. Bu bağlantı içinde, aynı şey, hem nesne hem de öz­ nedir. S chopenhauer nedenselliğin önse1 bir kategori olarak hüküm sürdüğü bir çağda düşünüp yazdı. D o­

16 s.45 17 s. 46

18 Benim ‘sinkronisite’ (kesişm e) terim im buradan gelir.

(22)

layısıyla, anlamlı denk gelişleri açıklamak için, ko­ nuyla ilgisi olmasa bile, nedenselliği kullanması ge­ rekiyordu. Gelgelelim, nedensel açıklama, ancak başka bir varsayıma başvurursak olasıdır: ilk ned e­ nin birliği varsayımıdır bu. Söz konusu varsayım da aynı ölçüde keyfidir. Bunu yukarıda görmüştük. O zaman zo ru n lu olarak şu sonuç çıkar: Belli bir boy­ lam üzerindeki her nokta, aynı enlem derecesindeki bütün öteki noktalarla anlamlı kesişme ilişkisi içinde­ dir. Ne ki, varılan bu sonuç, denenebilir olanın sınır­ larını aşar. Çünkü, bu vargıya göre, anlamlı denk ge­ lişler öyle düzenli, öyle dizgeli ortaya çıkarlar ki, on ­ ların geçerliliğini gösterm ek gerekm ez ya da bu dün­ yanın en kolay şeyidir. S chopenhauer’in örnekleri ötekiler ölçüsüde inandırıcıdır; ne daha çok ne daha az. Yine de sorunu görm e onuru ondadır. Bu sorunu çözm ek için, kolay, a d boc (durum a uygun) açıkla­ malar bulunm adığını anlama onuru da onundur. Bu sorun, bilgi felsefemizin temeleri ile ilgilidir. Bu yüz­ den, Schopenhauer, felsefesinin genel eğilimine uy­ gun olarak, açıklamasını aşkın bir öncülden, Iste- m e’den türetmiştir. H er düzeyde yaşamı, varlığı yara­ tan İsteme, bu düzeylerin her birini, eşzam anlı koşut­ ları ile uyumlu olacakları biçimde düzenler. Ayrıca yazgı ya da takdir olarak gelecek olayları da hazırla­ yıp düzenler.

Schopenhauer’in alışılmış kötüm serliğinin tersine, bu dile getirişte neredeyse güler yüzlü, iyimser bir vurgu vardır. G ünüm üzde bu sözleri anlayabilmek zordur. Dünyanın bildiği en sorunlu, en önem li yüz­ yıllar bizi Orta çağlardan ayırıyor. O çağlarda, felsefe

(23)

yapan us, deneyle kanıtlanabilenin ötesinde savlar ileri sürebileceğine inanırdı. Orta çağ geniş görüşler çağıydı. O çağda bilimsel yol yapımcılarının geçici olarak durduğu yerde doğanın sınırlarına ulaşıldığı düşünülm ezdi. Dolayısıyla, Schopenhauer, doğru bir felsefe görüşü ile, düşünm eye yeni bir alan açtı. Bu alanı anlam ak için gerekli olan özgün görüngübilim donanım ı olmasa da alanın ana çizgilerini az çok doğru biçimde çizdi. Astrolojinin, O m in a ’sı (keha­ net), praesagia'sı (öndeyi) ile, çeşitli sezgisel yazgı yorumlama yöntemleriyle ortak bir paydası olduğu­ nu saptadı. Bu ortak paydayı “aşkın kurgulam a” ara­ cılığı ile bulmaya çalıştı. Aynı doğrulukla bunun bir ilk düzen sorunu olduğunu saptadı. Bu bakımdan, ondan önce ya da sonra gelen, bir tür enerji aktarı­ m ına ilişkin yararsız kavramlarla çalışanların ya da çok güç bir ödevden kaçınm ak için, kolayca her şe­ ye anlamsız deyip geçenlerin1^ tüm ünden farklıdır. Çünkü, doğa bilimlerindeki büyük ilerleme, o çağda herkesi nedensel açıklamanın en son açıklayıcı ilke olabileceğine inandırmıştı. Schopenhauer’in girişimi böyle bir dönem de yapıldığı için daha dikkat çekici­ dir. O, nedensellik yasasına boyun eğm eyen deney­ lerin tüm ünü görm ezden gelmedi. Tersine, görmüş olduğum uz gibi, onları belirlenimci dünya görüşüne uydurm ağa çalıştı. Böylece de belirti, örtüşme, önce­ den kurulu düzen gibi kavramları nedensel düzenin içine soktu. Ö nceden kurulu düzen, evrensel bir dü­ zen olarak, nedensel düzenle birlikte insanın doğa 19 Burada Kant’ı ayn tutmalıyım. Bir Tin görenin Düşleri, Scho- p en h au er’e yol gösterdi.

(24)

açıklamasının temelini oluşturm uştur her zaman. Schopenhauer doğa yasasına dayanan bilimsel dü n ­ ya görüşünün geçerliliğinden kuşkulanm az. G ene de bilimsel dünya görüşünde bir şeyler eksik olduğunu düşünm üş olabilir -haklı olarak. Oysa bu eksik öğe, hem eski çağın dünya görüşünde, hem de O rta çağ­ da önem li bir rol oynamıştı. (Yeni çağ insanının sez­ gisel duygularında rol oynadığı gibi...)

Gurney, Myers, Podm ore’un topladıkları çok sa­ yıda olgu20 üç başka araştırmacıyı, sorunu olasılık hesabı yolu ile ele almak için esinledi- Dariex,21 Ric- het,22 Flammarion2^ - Dariex ölüm ü telepatik olarak önceden bilme olasılığının 1: 4.114.545 olduğunu buldu. Bu, böyle bir uyarıyı “şansa” bağlı diye açık­ lama olasılığı, “telepatik” ya da nedensiz, anlamlı denk geliş diye açıklama olasılığından dört milyon kat, hatta daha da az demektir. O stronom Flammari- on, özellikle “Yaşamın düşlem leri”ndeki iyi gözlem ­ lenmiş bir örneğinin olasılığının 1: 840.622.222’d en 24 az olmadığını hesaplamıştır. O, başka kuşkulu olay­ ları ölümle ilgili görüngülere yönelik genel ilgiye bağlayan ilk kişidir. Nitekim, atmosfer üzerine kitabı­ nı yazarken, tam yelin gücü bölüm ünde, ansızın ko­ pan bir fırtınanın m asanın üzerindeki bütün kağıtla­ 20 Edm und Gurley, Frederic W. H. Myers ve Frank Podm ore,

Pbantasrns o f the Living.

21 Xavİer Dariex, uLe H azard et la T elepathie”

22 Charles Richet, "Relations de diverses experiences su r trasmis- sion mentale, la lucidite, e t autres ph en o m en es no n explicable par les donnees scientifiques actuelles.”

23 Calille Flammarion, The U nknoıvn, s. 191 23 Calille Flammarion, 7he Unknoum, s. 191

24 A.g.y 24

(25)

rım süpürüp pencereden dışan götürdüğünü anla­ tır.25 Üçlü bir rastlantı örneğinden de söz eder. Bu Monsieur de Fortgibu ile kabak tatlısı arasında yaşa­ nan, ders çıkarılacak bir öyküdür.26 Telepati sorunu ile ilgili olarak bu rastlantılardan söz etmesi, bilinçli olm asa bile on u n daha kapsamlı bir ilke konusunda seçik bir sezgisi olduğunu gösterir.

Yazar Wilhelm van Scholz27 yitik ya da çalınan nesnelerin tuhaf yollardan sahiplerine geri dönm ele­ rini anlatan çok sayıda öykü toplamıştır. Bu arada Kara O rm anlar’da küçük oğlunun fotoğrafını çeken bir annenin öyküsünü de anlatır. Kadın, filmleri ba­ sılması için Strassburg’a bırakır. Ama savaşın patlak vermesi yüzünden filmleri alamaz, bırakır kaybolsun­ lar. 19l6’da, geçen süre içinde doğan kızının fotoğra­ fını çekm ek için bir film alır. Film yıkandığında onun iki kez çekildiği anlaşılır. Alttaki resim oğlunun 1 9l4’te çekilen resmidir. Eski film basılmamış yeni filmler ile birlikte dolaşıma çıkmıştır. Yazar buradan usa yatkın bir sonuç çıkarır: H er şey “ilgili nesnelerin karşılıklı çekimini” ya da “seçici bir çekim i” göster­

25 s. 19

26. M. de Fortgibu, M. Descham ps diye birine, çocukken Orle- an s’ta bir parça kabak tatlısı verir. D escham ps, O n yıl sonra Paris'te bir aşevinde başka bir kabak tatlısı bulur, bîr parça daha olup olm a­ dığı sorar. Ama kabak tatlısının daha önce M. de Fortgibu tarafından sipariş edildiği anlaşılır. Aradan yıllar geçer, bir kabak tatlısı partisi­ ne çağnlır. Az görülen bir şeydir bu tür toplantılar. Tatlısını yerken tek eksiğin M. de Fortgibi olduğunu fark eder. O an kapı açılır, yaş­ lı, yolunu büsbütün şaşırmış biri yürüyerek içeri girer. M. de Fortgi- bi'dur, elindeki yanlış adres yüzünden yanlışlıkla bu toplantıya dal­ mıştır.

27 Der zufall: Eine Vorform des, Scbicksals.

(26)

mektedir. Bu olanların, “daha büyük, daha kapsamlı, bilinem eyen” bir bilinç tarafından düzenlenm iş oldu­ ğundan kuşkulanır.

H erbert Silberer şans sorununa psikolojik açıdan yaklaşmıştır.28 O, açıkça anlamlı olan d enk gelişlerin bir ölçüde bilinçdışı düzenlem eler; bir ölçüde de bi- linçdışı, keyfî yorumlar olduğunu gösterir. Ne parap- sikoloji olgularını ne de eşzamanlılığı hesaba katmaz; kuramsal bakım dan da Schopenhauer'in nedenselli­ ğinden ileri gitmez. Silberer’in çalışmasında, burada anlaşıldığı biçimi ile anlamlı d enk gelişlerin ortaya çıkmasına değinilmez. Bizim rastlantıyı değerlendir­ me yöntemlerimiz konusundaki değerli psikolojik eleştirisi bunun dışındadır.

Olayların nedensiz birleşimlerinin kesin kanıtları, uygun bilimsel güvenceleri ile birlikte ancak çok ya­ kınlarda sağlanmıştır. Söz konusu kanıtları, daha çok J. B. Rhine ile arkadaşlarının2? deneyleri vermiştir. Gelgelelim, Rhine ile arkadaşları, bulgularından çıka­ rılması gereken kapsamlı sonuçları saptamadılar. Bu deneylere yönelik çürütülem eyecek bir eleştiri, şu ana dek gelmedi. Deney, ilkece, deneycinin yalın ge­ ometrik biçimler taşıyan bir dizi num aralı katı art ar­ da açm asından oluşur. Aynı anda, bir perde ile de- neyciden ayrılan den eğin ödevi, çıkan imleri tahmin

28 D er Z u fa ll u n d d ie koboldstrecbe des Unbeıvusten.

29 J-B. Rhine, Ihclra-Sensory Perception a n d N ew Frontiers o f tbe

M in d .). G. Pratt, J. B. Rhine, C.E. Stuart, B. M. Sm ith,J.A G reenw o-

od, Bxtra-Sensory Perception after Sixty Years. R hine’de bulguların genel bir araştırması, Tire Reach o f M in d ile G. N. M. Tyrrell'in d e ­ ğerli kitabı rThe p ersonality o f M an. Rhine'de kısa b ir Özet "An Intro- duction to th e Work o f Extra-Sensory Perception.” S.G. Soal ile F. Batem ann, M o d e m Experim enls in Telepatby.

(27)

etmektir. Beş kartta yıldız işareti; beş kartta kare; beş kartta daire; beş kartta dalgalı çizgiler; beş kartta çar­ pı işareti vardır. Elbette, deneyci destenin düzenleniş sırasını bilmemektedir; deneğin de kartları görm e şansı yoktur. Sonuçlar 5 denk geliş olasılığını aşma­ dığından deneylerin çoğu olum suzdu. Şu da var ki, belli deneklerde bazı sonuçlar açık seçik olasılığın üzerindeydi. Deneylerin ilk dizisi, her deneğin kart­ ları 800 kez tahm in etm esinden oluşuyordu. Ortala­ ma sonuç, 25 kartta 6.5 tutturmaydı. Bu da 5 tuttur­ ma olasılığından 1.5 fazlaydı. 5 sayısından 1.5’lik sap­ ma şansının olasılığı 1: 250.000’dir. Bu oran şans sap­ ması olasılığının hiç yüksek olmadığını gösterm ekte­ dir. Çünkü yalnızca 250.000 durum dan birinde bek­ lenir. Sonuçlar tek tek deneklerin bireysel yetenekle­ rine göre değişir. Ortalama deneylerde 25 karttan 10’unu (olasılığın iki katı) tutturan genç bir adam bir keresinde 25 kartı doğru biçimde bildi. B unun olası­ lığı 1: 298.023.223.876.953.125’tir. Kartların keyfi bir biçimde karıştırılması bir araç yardımı ile önlenmiştir. Bu araç, deneyciden bağımsız olarak, kartları kendi kendine karar.

Deneylerin ilk dizisinden sonra deneyci ile denek arasındaki uzaklık arttırıldı. Bu uzaklık bir olguda 250 mildi. Çok sayıda deneyin ortalama sonucu, bu ­ rada 25 kart için 10.1 tutturmaydı. Başka bir deney dizisinde, deneyci ile denek aynı odada iken sonuç 25 kat için 11.4 tutturm a oldu. D enek yandaki odada iken 25 kartta 9 7 oldu. İki oda birbirinden uzak iken sonuç 25 kart için. 12.0 tutturm a oldu. Rhine, F. L. Us- her ile E. L. Burt’u n deneylerinden söz eder. Bu de­

(28)

neyler 960 milden fazla bir uzaklıkta olum lu sonuç­ lar vermiştir. Eşzamanlı saatler aracılığı ile Kuzey Ca- rolaina eyaletinin, D urham kenti ile Yugoslavya’nın Zagrep kenti arasında yapılan deneylerde d e aynı öl- çüre olumlu sonuçlar alındı. Bu durum da aradaki uzaklık 4.000 mildi.30

Uzaklığın ilkece bir etkisi olmaması, söz konusu şeyin bir güç ya da enerji görüngüsü olmadığını gös­ termektedir. Çünkü öyle olsa uzaklığın aşılması gere­ kecek, uzayda dağılma etkinin azalmasına yol aça­ cak, sonuç uzaklığın karesi oranında düşecekti. Düş­ mediğine göre, şunu varsaymaktan başka seçeneği­ miz yok: Uzaklık, ruhsal olarak değişkendir; belli du­ rumlarda, ruhsal bir koşulla, sıfır noktasına indirge­ nebilir.

Daha da dikkat çekicisi, ilkece z a m a n ın da ön ­ leyici bir etken olmamasıdır. Açıkçası gelecekte açı­ lacak kart dizilerinin taranması, şans olasılığını aşan bir sonuç üretir. Rhine'nin zam an deneyleri 1: 400.000.000 olasılık sergiledi. Bu, zam andan bağım­ sız birtakım etkenler bulunm ası epey olası demektir. Başka deyişle, deneyler ruh için zam anın göreli oldu­ ğunu ortaya koyarlar. Çünkü deneyler şimdilik olm a­ mış olayların algısı ile ilgiliydi. G örünüşe göre, bu koşullarda, ruhsal bir işlev zam an etkenini ortadan kaldırılıyor, uzam etkenini de etkisiz kılıyor. Uzam deneylerinde enerjinin aradaki uzaklıkla azalmadığı­ nı kabul etm ek zorundayız. Öyle ise zam an deneyle­ ri, algı ile gelecekteki olgu arasında herhangi bir güç ilişkisi olduğunu düşünm em izi büsbütün olaraksız

30 The Reach of the Mind (1954) s. 48 28

(29)

kılar. Enerji yolu ile yapılan açıklamaların tüm ünü, daha en baştan bırakmalıyız. O zam an da şunu söy­ lemiş oluruz: Bu tür olaylar nedensellik açısından göz ö nüne alınamaz. Çünkü nedensellik ilkin uzam ile zamanın varlığını gerektirir, bunun nedeni n eden­ selliğe ilişkin bütün gözlemlerin sonuçta devinen ci­ simlere dayanmasıdır.

Rhine’nin deneyleri arasında zarla yapılan deney­ lerden de söz etmeliyiz. Deneklerin ödevi zar atm ak­ tır (bu bir araçla yapılır). D enekler aynı zam anda bir sayı (söz gelimi 3) istemek zorundadır. Bu olabildi­ ğince çok tekrarlanır. Bu psikokinetik (PK) adı veri­ len deneyin sonuçları olumluydu. Bir kerede kullanı­ lan zarların sayısı arttığı oranda sonuç daha da olum ­ lu oldu.31 Uzam ile zam anın ruh için göreli olduğu kanıtlanırsa, devinen cisimlerin de buna karşılık ge­ len bir göreliliği olacak ya da bu göreliliğe boyun eğeceklerdir.

Bütün bu deneylerde tutarlı bir durum var: tik gi­ rişimden sonra tutturm a sayısı düşm e eğilimindedir. Dolayısıyla da sonuçlar olum suz olur. Ama iç ya da dış nedenlerle deneğin ilgisi tazelenirse tutturm a sa­ yısı gene yükselir, ilgisizlik, sıkıntı olum suz etkenler­ dir. Çoşku, olumlu beklenti, umut, ESP’nin olanaklı olduğuna inanmak, iyi sonuçlar doğurur. Herhangi bir sonucun alınıp alınmayacağını belirleyen gerçek nedenler bunlar gibi görünüyor. Bu bağlantı içinde ünlü İngiliz m edyum bayan Eileen J. Garrett’in Rhi­ n e’nin deneylerinde kötü sonuçlar aldığını belirtmek ilginç olacaktır. B unun nedeni, kendisinin de kabul

31 The Reacb o fth e M in d , s. 75

(30)

ettiği gibi, “ruhsuz” test kartlarının onda bir duygu uyandırmamasıydı.

Bu üç beş öğe okurda bu deneyler konusunda en azından yüzeysel bir kanı uyandırm aya yetebilir. Ruhsal Araştırma Topluluğu’nu n son başkanı G. N. M. Tyrrell’in yukarıda anılan kitabı bu alandaki de­ neylerin yetkin bir özetini içerir. Kitabın yazarı da DÖA (Duyu Ötesi Algı) araştırmasına büyük bir hiz­ met vermiştir. DÖA deneyleri, fizikçi gözü ile Robert A. McConnell tarafından “DÖA - G erçek mi Düş mü?32 adlı makalede olumlu anlam da değerlendirdi.

Bu sonuçlar, tansık ile düp ed ü z olanaksız olanın sınırındadır. Beklendiği gibi, onları açıklamak için her türden usa yatkın girişimde bulunulm uştur. Ama bütün bu tür açıklamalar olgular karşısında yenik düştü. Bu olgular, şimdiye dek varlıktan çıkarak tar­ tışılmaya direndiler. Rhine'nin deneyleri bizi şu ger­ çekle karşı karşıya bırakır: Birbiri ile deneysel olarak ilgili olan, hem de bu durum da anla m lı bir biçimde ilgili olan olaylar var. Ne ki bunlar arasındaki ilişki­ nin nedensel olduğunu kanıtlama olanağı yok. Çün­ kü “aktarım” enerjinin bilinen niteliklerinden hiçbiri­ ni sergilememektedir. Dolayısıyla bu n u n aktarım ol­ duğundan kuşkulanm ak için iyi bir gerekçe vardır. Zaman deneyleri ilkece enerji aktarımı türünden bir şeyi dışarıda bırakır; çünkü şimdilik olm ayan ancak gelecekte olacak olan bir durum un kendisini şimdi­ deki bir alıcıya bir enerji görüngüsü olarak

aktarabil-32 Profesör Pauli bu yazıya dikkatimi çekm e inceliğini gösterm iş­ tir.

(31)

meşini kabul etm ek saçmalık olur.33 Bilimsel açıkla­ manın bir yandan zam an uzam kavramlarımızın eleş­ tirisi, öte yandan da bilinçdışı ile başlaması daha ola­ sı görünüyor. Dediğim gibi, şu andaki kaynaklarımız­ la, DÖA ya da anlamlı denk geliş, bir enerji görüngü­ sü diye açıklanamaz. Bu biçimde açıklanamaması ne­ densel açıklamanın sonunu getirir. Çünkü “sonuç" bir enerji görüngüsünden başka bir şey diye anlaşıla­ maz. Dolayısıyla burada n eden - sonuç söz konusu değildir. Zam anda bir araya gelme, bir tür aynı anda olm a söz konusudur burada. Bu aynı andalık niteli­ ğinden ötürü, açıklayıcı ilke olarak nedensellik ile aynı düzeyde olan, varsayımsal bir etkeni adlandır­ mak için “eşzam anlılık” terimini seçtim. “Psişenin Doğası Üzerine" adlı denem em de^4, eşzamanlılığın, zam an ile uzam ın ruhsal olarak koşullanmış görelili­ ği olduğunu düşündüm . Rhine’nin deneyleri şunu gösteriyor: Uzam ile zaman, psişeyle ilişkilerinde he­ m en hem en sıfır noktasına indirgenebilirler. Sanki “esn ek ”tirler, ruhsal koşullara bağlıdırlar; kendilerin­ de yokturlar da salt bilinçli bir us tarafından varsayıl­ mışlardır. İnsanın k ö kendeki dünya görüşünde, uzam ile zamanın çok sallantılı, çok güvenilmez bir varlığı vardır. Bunu ilkellerde görürüz. Uzam ile za­ man, ancak ansal gelişim süreci içinde “değişm ez” kavramlar olmuşlardır. Bu dönüşüm , daha çok ölçü­ nün ortaya çıkarılması sayesinde olmuştur. Zam an ile uzam, kendinde, yo k lu k ta n oluşurlar. Onlar, bilinçli

33 Kammerer, bü tü n bütün inandırıcı olm asa da “son rad an gelen durum un önceki durum a etkisi" sorunu ile ilgilenmişti (karşılaştırın

Dos Gesetz der Serte, s 131)

34 par 440.

(32)

usun ayırtedici etkinliğinden doğan, varsayımsal kav­ ramlardır; devinen cisimlerin davranışlarını betim le­ m ede vazgeçilmez yerlemlerdir. Dolayısıyla, uzam ile zaman ruhsal kökenlidir. Kant’ı onları önsel kategori­ ler saymaya iten gerekçe de buydu belki. Uzam ile zaman devinen cisimlerin görünür nitelikleri ise; bunlar gözlemcinin entellektüel gereksinimleri için yaratılıyorlarsa, ruhsal koşulların onları göreli kılma­ sında şaşılacak bir şey kalmaz. Tersine, böylece o n ­ ların ruha göre olmaları olasılık sınırlarına getirilmiş olur. Bu olasılık, ruh dışarıdaki cisimleri değil, k e n d i­ n i gözlerken ortaya çıkar. Rhine’nin deneylerinde tam da bu olur. Öznenin yanıtı fiziksel kartları gözle­ mesinin sonucu değildir. Yanıt, saf imgelemin, onları üretenin, açıkçası bilinçdışının yapısını açığa vuran “rastgele” düşüncelerin bir ürünüdür. Burada, ortak bilinçdışının yapısını, bilinçdışı psişedeki belirleyici etkenlerin, açıkçası arketiplerin kurduğunu işaret edeceğim yalnızca. Ortak bilinçdışı, bireylerin tü­ m ünde özdeş olan bir ruhu temsil eder. Algılanabilir ruhsal görüngülerin tersine, söz konusu ruh doğru­ dan algılanamaz ya da “Ortaya koyulam az”. “Ortaya koyulamayan" doğası yüzünden onu “psikoid” diye adlandırdım.

Arketipler bilinçdışı ruhsal süreçlerin örgütlenm e­ sinden sorumlu biçimsel etkenlerdir: Onlar davranış­ ların “örnek kalıplarıdır”. Aynı zamanda, “özel bir yükleri" vardır, d uygu patlam ası olarak açığa çıkan, korku, huşu verici etkiler geliştirirler. Bu duygu pat­ laması kısmi bir abaissem ent du niveaıı m ental (An­ sal düzeyde düşüş) üretir. Çünkü belli bir içeriği ola­

(33)

ğanüstü aydınlığa çıkarsa da bunu bilincin öteki ola­ sı içeriklerinden çok fazla enerji çekerek yapar. Bu yüzden söz konusu öteki içerikler kararır ya da so­ nuçta bilinçdışı olurlar. Duygu patlaması sürdükçe, bilincin sınırlanmasına bağlı olarak, bilincin uyum u düşer. Bu azalma bilinçdışının bilinçten boşalan yeri doldurm asına uygun bir fırsat yaratır. Dolayısıyla, duygu patlam alarında, düzenli biçimde, beklenm e­ dik ya da başka durum larda önlenm iş bilinçdışı içe­ riklerin ortaya döküldüğünü, açığa çıktığını görürüz. Genellikle bu tür içerikler ya alt düzeydedir ya da il­ keldir. D aha sonra göstereceğim gibi, andaşlığın ya da eşzamanlılığın belli görüngüleri arketiplere bağlı gibi görünüyor. Burada arketiplerden söz etmem in nedeni de bu.

Hayvanlann olağandışı uzamsal konum ları da uzam ile zam anın ruha göre olduğunu gösterebilir. Örneğin bu bağlam da, palolo kurtçuğunun insanı al­ lak bullak eden zam an duygusundan söz edebiliriz. Kurtçuğun kuyruk segm entleri eşeysel ürünlerle yük­ lüdür. Bunlar, ekim, kasım aylarında, her zaman ayın son çeyreğinden bir gün önce denizin yüzeyinde gö­ rünürler. Varsayılan nedenlerden biri bu zamanda ayın çekimine bağlı olarak yeryüzünün hızlanması­ dır. Ama astronom ik nedenlerden ötürü bu açıklama doğru olamaz^6. İnsanlardaki aybaşı dönem ini ile ay 35 Daha kesin söylersek, su üzerindeki kaynaşm a bu gün d en bi­ raz ö n ce başlar azıcık sonra da biter. Söz konusu gün kaynaşm a en üstdüzeydedir. Aylar yöreye g ö re değişir Am bonia’daki p ololo kurt­ çuğu ya da w aw o n u n martta dolunay varken göründüğü söyleniyor. (A.F. Kramer, Über d e n B a u d er Korallen riffle.)

36 Fritz Dahns, “Das Schw arm en des Palolo

(34)

arasında bir ilişki olduğuna kuşku yoktur. Ama ayba­ şı dönem inin ay ile bağlantısı olsa olsa sayısaldır onunla gerçekten çakışmaz.

*

Sinkronisite sorunu beni çoktandır şaşırtageliyor, ta bin dokuz yüz yirmilerin ortalarından bu yana...37. O zamanlar ortak bilinçdışı görüngülerini araştırıyor, durm adan, kolayca rastgele öbekleşm eler ya da “di­ ziler” olarak açıklayamadığım bağlantılarla karşılaşı­ yordum. Benim bulduğum “denk gelişler” birbirine öyle anlamlı bağlanıyordu ki, “rastgele” birlikte olm a­ ları olasılık dışıydı. Onların birlikte olm a olasılığı an­ cak astronom ik bir sayı ile dile getirilebilirdi. Ö rnek olsun diye kendi gözlemlediğim olağandışı bir olay­ dan sözedeceğim. Sağalttığım genç bir kadın, kritik durum da bir düş gördü. D üşte ona altın bir bokbö­ ceği verildi. H astam bana bu düşü anlatırken, ben, sırtım kapalı pencereye dönük oturuyordum . Birden arkamda bir gürültü, usul usul bir vuruş duydum . Ar­ kama döndüm , dışarıda uçan bir böceğin pencere camına çarptığını gördüm. Pencereyi açıp içeri süzü­ len yaratığı havada yakaladım. Altın bokböceğinin bu enlem de bulunan en yakın benzeri olan adi gül

37 Nedensellik ilişkisinin psikolojiye sınırsızca uygulanabilirliği konusunda d ah a ö n ce d e bazı kuşkularım vardı. A n a litik Psikoloji

Ü zerine Toplu Y aztlann ilk baskısının ö n sö zü n d e şu n lan yazmıştım

(p, ix): “N edensellik olsa olsa bir ilkedir ö z ü n d e psikoloji salt yön­ temlerle tüketilem ez, çünkü us [— psişel am açlarla da yaşar." Psişik ereklilik “ö n c ed e n-varolan" anlam üzerinde durur. Bu “ön ced en - varolan" anlam , ancak bilinçdışı b ir d üzenlem e o lduğunda sorun olur. Bu anlam da bilincin tü m ü n d en önce gelen bir “bilgi” varsay- malıyız. Hans Driesch aynı sonuca v a n r CDie "Seele” als elem entar

N atur faktör, s. 80)

(35)

böceği idi ( Cetonia aurata). Olağan alışkanlığının tersine, tam da şimdi, içinde bir şey onu bu karanlık odaya girm eğe itmişti. Buna benzer bir şeyin ne da­ ha önce ne de daha sonra başıma gelmediğini belirt­ meliyim. H astanın düşünün de benim deneyimlerim arasında eşi benzeri y o k.&

Belli bir olgu kategorisine çok görülen başka bir olguyu da aktarmalıyım. Ellilerindeki bir hastam ın karısı, bir konuşm a sırasında, bana, annesi ile anne­ annesi öldüğünde, ölü odasının penceresinin dışın­ da, çok sayıda kuş toplandığını söylemişti. Buna ben­ zer öyküleri başka insanlardan da duymuşum dur. Kocasının sağaltımı sonuca yaklaştığında, nevrozları temizlenmişken, adam zararsız oldukları besbelli olan belirtiler gösterdi. Zararsız bile olsa, bana kalp hastalığının belirtileri gibi göründü bunlar. Hastamı bir uzm ana gönderdim . Uzman o n u inceledikten sonra, bana bir rapor yazarak kaygılanacak b ir neden bulunm adığını söylemişti. Bu tanı ile eve dönerken (doktor raporu cebindeydi) hastam caddede yere yı­ ğıldı. Eve ölm ek üzereyken getirildiğinde, karısı za­ ten büyük bir kaygı içindeydi. Kaygısının nedeni ko­ cası doktora gitmek için evden çıktıktan az sonra bir kuş sürüsünün evlerine tünemesiydi. Doğal olarak, kadın, akrabalarının ölüm ünde ortaya çıkan benzer olayları anımsayıp fena hâlde korkmuştu.

İlgili insanları kişisel olarak tanırım, burada bildi­ rilen olguların dosdoğru olduğunu da bilirim. Gelge­ ld im bunların, bu tür şeyleri saf “rastlantı” olarak görm eğe kararlı birinin düşüncesini değiştireceğini

38 Bu olgu ileride daha bütünlüklü ele alınmaktadır.

(36)

usum un ucundan bile geçirmiyorum Bu iki örneğe değinm em in tek nedeni, pratik yaşamda genelde ni­ ce anlamlı denk geliş yaşandığının bazı belirtilerini göstermekti, ilk olguda anlamlı bağlantı, öne çıkan iki nesne (bok böceği ile kın kanatlı böcek) arasın­ daki yaklaşık özdeşlikte yeterince açık görülm ekte­ dir. Ama ikinci olguda ölüm ile kuş sürüsü birbiri ile ilgisizmiş gibi görünür. Gelin görün ki, Babil Ha- d es’inde, ruhlar “kuş tüyü giysiler’’ giyer; eski Mı­ sır’da b d nın, ya da ruhun bir kuş39 olduğu düşünü­ lür. Bunlar göz önünde tutulursa, burada arketiple il­ gili bir simgeciliğin iş başında olduğunu var saymak pek abartılı değildir. Böyle bir olay düşte yaşanmış olsaydı, bu yorum karşılaştırmalı psikolojik materyal ile doğrulanabilirdi. İlk olguda, arketipik bir temel de var gibidir. Ele alınması son kertede güç bir olguydu; düşün görüldüğü ana dek çok az ilerleme sağlanmış­ tı. Hatta belki de hiç ilerleme sağlanamamıştı. Bunun ana nedeninin, hastam ın anim us’u olduğunu açıkla­ malıyım. Descartesçi felsefeye batmış, kendi gerçek­ lik düşüncesine öyle sıkı yapışmıştı ki, üç doktorun çabaları -ben üçüncüsüydüm - bu düşünceyi zayıfla- tamamıştı. Besbelli dü p ed ü z usdışı bir şeyler gereki­ yordu. Bu da benim gücüm ü aşardı. D üşün kendisi hastamın usçu tutum unu azıcık değiştirmişti. Ne ki, gerçek bir “bok böceği” uçarak pencereden gelince, hastam ın doğal varlığı, anim us zırhını yarıp geçti. Böylece sonunda dönüşüm süreci işlemeğe başladı. Tutumdaki her özlü değişme, ruhsal yenilenm eyi gösterir. Buna genellikle hastanın düşlerindeki ya da

39 H om eros’da ö lünün rııhu “cıvıldar” [Odyssea XI kitap]

(37)

düşlem lerindeki yeniden doğum eşlik eder. Eski Mı­ sır’ın, Ölüler Diyarında Olanlar Kitabı, ölen güneş tanrının kendini onuncu durakta Khepri’ye, bokbö­ ceğine dönüştürm esini, sonra da, on ikinci durakta bir mavnaya binmesini betimler. Mavna, gençleşen güneş tanrıyı sabah göğüne taşımaktadır. Buradaki tek güçlük eğitimli kişilerin daha önce okuduklarını anımsamasıdır. Bu olanak, (benim hastam bu simge­ yi bilmiyor olsa bile) tam olarak ortadan kaldırıla­ maz. Ama söz konusu durum şu gerçeği değiştirmez: Psikolog birtakım olgularla karşılaşır durur. Ortak bi­ linçdışı varsayımı olm adan bu olgularda ortaya çıkan simgesel koşutluklar40 açıklanamaz.

Dolayısıyla, anlamlı d enk gelişler -bunlar anlam­ sız gelişigüzel öbeklenm elerden ayrılmalı-41 görünü­ şe göre arketipik bir tem ele dayanmaktadır. En azın­ dan benim deneyim deki bütün olgular -bunlardan çok sayıda var- bu özelliği sergiler. B unun ne anlama geldiğini yukarıda gösterdim .42 Bu alanda benim gi­ bi deneyimli biri arketipik niteliği kolayca saptasa da bu tür yaşantıları Rhine’nin deneylerindeki ruhsal ko­ şullara bağlamakta güçlük çekecektir. Çünkü Rhi­ n e ’nin deneylerinde arketip küm elerinin doğnıdan kanıtı yoktur. Duygusal durum da benim

örneklerim-40 Doğal olarak b unlar ancak d o k to ru n kendisinde sim gelerin zo­ runlu bilgisi varsa doğrulanabilir.

41. Gelişigüzel etkinliklere bağlı öbeklem eleri nedenleri b u lu n a­ bilecek anlamlı dağılım lardan ayırm ak için istatistik analizi tasarlan­ mıştır. Bununla birlikte, Profesör J u n g ’u n varsayım ında şansa bağlı dağılımlar, anlam!ı-anlamsız diye alt bölüm lere aynlabtlir. Şansa bağlı anlam sız dağılımlar, psikoid arketipin etkinleştirilmesi ile an­ lamlı kılınır. Editörler

42 Aynı zam anda “Psişenin Doğası Üzerine”

(38)

dekiyle aynı değildir. G ene de Rhine’de en iyi sonuç­ ları genelde deneylerin ilk dizisinin ürettiği, sonra iyi sonuçların hızla düştüğü anımsanmalı. Gelgelelim, özünde epeyce sıkıcı olan deneye yeni bir ilgi uyan- dırılabildiğinde sonuçlar yeniden düzelir. Bundan duygusal etkenin önem li bir rol oynadığı sonucu çı­ kar. Şu da var ki, duygu patlaması, büyük ölçüde, bi­ çimce arketip olan içgüdülere dayanır.

Çok belirgin olm asa da benim iki olgum ile Rhi- n e ’nin deneyleri arasında bir benzeşim daha var. Farklılığı besbelli olan bu durum ların ortak özelliği “olanaksızhk”tır. Bokböceğini gören hasta, sağaltım çıkmaza girdiği için kendini “olanaksız” bir durum da bulur, görünürde bu açm azdan kaçış yoktur. Böyle bir durum da, koşullar iyice ağırlaştığında arketipik düşler ortaya çıkabilir. Bunlar, kişinin kendi başına hiçbir zam an düşünem eyeceği olanaklı gelişim çizgi­ sini gösterirler. Bu tür bir durum da, arketipler olabil­ diğince büyük düzen içinde kümelenir. Dolayısıyla, belli durumlarda psikoterapist hastanın bilinçdışının yöneldiği, ussal olarak çözülem eyen sorunu ortaya çıkarmalıdır. Bir kez bu sorun bulunduğunda bilincin daha derin katları, ilksel imgeler canlandırılabilir, ki­ şilik dönüşüm ü yoluna koyulabilir.

İkinci durum da yarı bilinçli bir korku vardı, ölümcül bir son tehdidi söz konusuydu, ama durum u iyice bilme olasılığı yoktu. Rhine’nin deneyinde öde­ vin “olanaksızlığı'', deneğin dikkatini kendi içinde olagelen süreçlerde toplam asına yol açar. Böylece denek bilinçdışına kendini açığa vurm a şansı verir. DÖA deneyinin ortaya koyduğu sorular daha baştan

(39)

duygusal bir etki yapar. Çünkü bilinm eyen bir şeyin, bilinme gizil gücü olduğunu varsayar; bu yolla bir tansık olasılığını hesaba katar. Bu sorular deneğin tansığa tanık olm ak için bilinçsiz hazırlığına, böyle bir şeyin olanaklı olduğu yolundaki bilinçdışı um u­ duna yönelir. Böyle bir um ut her insanda saklı d u ­ rum da vardır; deneğin kuşkucu olup olmaması um u­ dun varlığını etkilemez. En düşünceli bireylerde bile, yüzeyin altında, ilkel boş inançlar yatar. O nların var­ sayılan etkilerine ilk yenik düşenler, kesinlikle onla­ ra karşı en çok savaşan kişilerdir. Bilimin bütün yet­ kisini arkasına alan ciddi bir deney bu hazırlığı sağ­ ladığında, durum kaçınılmaz olarak bir duygu patla masına yol açar. Söz konusu duygu patlaması, büyük ölçüde etkilenmiş olarak, bu koşulu ya kabul eder ya da ona karşı çıkar. Yok dense bile, şu ya da bu bi­ çimde etkili olan bir beklenti vardır hep.

Burada “sinkronisite" teriminin yol açabileceği olası bir yanlış anlamaya dikkat çekm ek isterim. Ay­ nı anda ortaya çıkan, anlamlı am a nedensel olarak birbirine bağlı olm ayan iki olay bana önem li bir öl­ çüt gibi göründüğü için bu terimi seçiyorum. Dolayı­ sıyla genel eşzamanlılık kavramını, nedensel bağlan­ tısı bulunm ayan iki ya da daha fazla olayın zamanda rastlaşması özel anlam ında kulllanıyorum. Bu anlam ­ da söz konusu olaylar “zam andaşlığın” tersine aynı ya da benzer anlama sahiptir. Zam andaşlık iki olayın aynı anda ortaya çıkması anlamına gelir yalnızca.

Dolayısıyla, sinkronisite, belli bir ruhsal duru­ mun, o andaki öznel durum ile anlamlı koşutlukları olan -belli durum larda tersi de olur- bir ya da daha

(40)

çok dış olgu ile aynı anda ortaya çıkması demektir. Benim iki örneğim bunu başka başka yollarla betim ­ ler. Bokböceği örneğinde eşanlılık besbellidir. Ama ikinci örnekte değildir. Kuş sürüsünün belli belirsiz bir korkuya neden olduğu doğru olsa bile bu n eden­ sel olarak açıklanabilir. Hastamın karısı, daha önce, benim ilk endişelerimle karşılaştırılabilecek bir korku duym uyordu kesinlikle. Çünkü, hastalık belirtileri (boğaz ağrıları) sıradan insanların kötü bir şey olaca­ ğından kuşkulanm asına n eden olacak türden değildi. Ne var ki, bilinçdışı, bilincin bildiğinden fazlasını bi­ lir genellikle. Bence kadının bilinçdışı daha önceden tehlikeyi sezmiş olabilir. Dolayısıyla, ölüm tehlikesi düşüncesi gibi bilinçli bir ruhsal içeriğin olmadığını kabul edersek, kuş sürüsü ile, o n u n geleneksel anla­ mı olan kocanın ölüm ü arasında belirgin bir aynı za­ m anda oluş vardır. Bilinçdışının olası ama şimdilik kanıtlanamayan uyarısını bir yana bırakırsak, ruhsal durum, dış olguya bağlı gibidir. G ene de, değil mi ki kuşlar evine konm uş, kadın da onları görmüştür, öy­ leyse kadının psişesi de işin içindedir. Bu nedenle, bence kadının bilinçdışı gerçekte durum un bir parça­ sı olabilir. Bu niteliği ile kuş sürüsünün geleneksel bilicilikle ilgili bir anlamı v a r d ı r . B u anlam kadının kendi yorum unda da görünüyordu. Bu yorum a göre,

43 Bunıın yazısal örneği tbikııs’un Turnaları'dır [Schİller’İn yazdı­ ğı b ir şiir (1798). Soyguncular tarafından ö ldürülen Yunanlı bir oza­ nının öyküsünden esinlenerek yazılmıştır. Katiller bir turna sürüsü­ nün görünm esiyle cezalarını bulm uşlardı. Suçun işlendiği yerin ü ze­ rinde uçan turnaları gören katiller bağırarak kendilerini ele vermiş­ lerdi- Ed] Benzer biçimde, ötüşen bir saksağan sürü sü n ü n eve ko n ­ masının ölüm anlam ına geldiği varsayılır. Böyle birçok örnek var­ dır. Kuş biliciliğinin anlam ıyla karşılaştınn.

References

Related documents

The aim of the course is to give operators of boats on non-tidal waterways, training in boat handling, boat maintenance and the management of group safety and welfare.. Anyone over

--include sponsor or hospital contact person, medical staff committee, state society/ diversion program/ treatment center. --abstain from all

Hospital. She contracted TB herself and was sent by her doctor, Dr Bruce White, to the Blue Mountains for treatment. While recovering, she would have passed the time as she

several equally valid perspectives on the reference point of novelty – e.g., new to the firm versus new to the market versus new to the world (OECD/Eurostat, 2005: 57 f.) –

relation to information security) and non-compliant behaviour (i.e. intentional but non- malicious behaviours of employees that may put organisational information systems at risk

Our system tackles accessibility at two different levels: for a set of known web sites, it provides customized transcoding scripts hence providing accurate

Click Record Deposits and record each deposit of a payment you’ve received; be sure to select all customer payments (whether for invoices or sales receipts) deposited on one date.

Finally they contacted me and asked if I could find any pattern.” Clarissa’s eyes took on a look of deep and troubled compassion as she recalled the scene.. “Fortunately I was able